31 Temmuz 2014 Perşembe

YILDIZ SARAYI

Beşiktaş, Ortaköy ve Balmumcu arasında, Boğaziçi’ne egemen bir konumda 500.000 m2lik bir alanı kaplayan Yıldız, yerleşim tarihi Bizans dönemine dek inen bir koruluktur. İstanbul’un fethinden sonra “Kazancıoğlu Bahçesi” adıyla anılan bu koruluk, büyük bir olasılıkla Sultan I. Ahmed (1603-1617) döneminde, Padişah’ın “Hasbahçe”leri arasına katılmıştır. Sultan IV. Murad (1623-1640) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde de ilgi gören bu çevre; III. Selim’in, annesi Mihrişah Valide Sultan için “Yıldız” adıyla yaptırdığı bir köşkten dolayı bu ad ile anılmaya başlanmıştır. Sultan II. Mahmud (1808-1839), Sultan Abdülmecid (1839-1861) ve Sultan Abdülaziz (1861-1876) dönemlerinde eklenen köşk ve kasırlarla gelişen buradaki yapılar topluluğu; Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde yapılan binalarla Yıldız Sarayı adını alarak, İmparatorluğun Eski Saray, Topkapı Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı’ndan sonra dördüncü yönetim merkezi olmuştur. Yıldız Sarayı’nın bir parçası olan ve adını Fransızca “dağ evi” anlamına gelen “chalet” sözcüğünden alan Şale Köşkü, 19. yüzyıl Osmanlı mimarlığının en ilgi çekici yapılarından biridir. Köşk yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde ve farklı tarihlerde birbirine bitişik olarak yapılan üç yapıdan oluşmaktadır. Köşkün birinci bölümü 1880’de yapılmıştır. 1889 yılında Sarkis Balyan’a yaptırılan ek bina ile köşk genişletilerek oda ve salonlar eklenmiştir. Merasim Köşkü adıyla tanınan ve İtalyan Mimar D’Aranco’nun yaptığı üçüncü bölümün ise, 1898 yıllarında tamamlandığı bilinmektedir. Son iki bölüm, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’a gelişlerinde konaklaması için yapılmıştır ve bu özelliğiyle Şale, Yıldız Sarayı yapılar grubu içinde bir “devlet konukevi” niteliği taşımaktadır. Köşk, bodrumuyla birlikte üç katlı, ahşap ve kâgir olarak yapılmıştır. Osmanlı konut geleneğinin, yapıları Harem ve Selamlık olarak düzenleyen bölümlemesi bu yapıda görülmemektedir. Dış dünyaya yedi kapıyla ve ahşap panjurlu pencerelerle açılan Şale’nin katları arasındaki bağlantıyı biri mermer, ikisi ahşap zarif merdivenler sağlamaktadır. Yapının en dikkat çekici mekânı, zemini duvardan duvara yaklaşık 406 m2lik tek parça Hereke halısıyla kaplı, tavanı altın yaldızlı panolarla süslenmiş, görkemli Tören Salonu’dur. Bu salonda, Sultan II. Abdülhamid döneminde muayede törenlerinin de yapıldığı bilinmektedir. Çırağan Sarayı’ndan getirilmiş sedef kakmalı kapılarından ötürü “Sedefli Salon” olarak da bilinen yemek salonunun mobilyaları, Sultan II. Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı bünyesindeki Tamirhâne-i Hümâyûn’da yapılmıştır. Osmanlı beğenisini yansıtan yemek salonu dışında, köşkün tefrişinde Avrupa beğenisi egemendir. Şale’nin dekorasyonunda dikkat çeken unsurlardan biri de, büyük boyutlu İsveç yapımı Rörstrand çini sobalarıdır. Yıldız Sarayı’nı oluşturan yapılar grubu içinde Istabl-ı Âmire-i Ferhân olarak anılan has ahırların bir bölümünde ve manej binaları restorasyonları tamamlanarak yeniden işlevlendirilmiştir. Yapılardan birinde Klasik Türk Sanatları Merkezi yer almaktadır. Manej binası ise yapılan başvurular ve verilen izinler çerçevesinde kongre ve seminerlere tahsis edilebilen bir konferans salonu haline getirilmiştir.

AYNALIKAVAK KASRI

17. yüzyıldan itibaren Haliç kıyılarını süsleyen ve günümüzde Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde “Aynalıkavak Sarayı” ya da “Tersane Sarayı” olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örnektir. Tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılmaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in (1444-1481) İstanbul’u fethinden sonra, Osmanlı sultanlarının da ilgisini çeken bu büyük koruluk, bölgede kurulan Osmanlı Tersanesi’nden dolayı “Tersane Hasbahçesi” adıyla anılmaya başlamıştır. Hasbahçe’deki ilk yapılaşmanın tarihi Fatih Sultan Mehmed dönemine dek inmekte, burada inşa edildiği kesin olarak bilinen ilk kasır ise Sultan I. Ahmed (1603-1617) dönemine tarihlenmektedir. Tarihsel süreç içinde padişahların yaptırdığı kasırlarla gelişen ve “Tersane Sarayı” olarak anılan bu yapılar topluluğu; 17. yüzyıldan başlayarak “Aynalıkavak Sarayı” olarak da adlandırılmıştır. Saray bütünü içinde yer alan ve Sultan III. Ahmed (1703-1730) döneminde yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, Sultan III. Selim (1789-1807) döneminde büyük bir onarım görerek yeniden düzenlenmiş ve bugünkü görünümünü kazanmıştır. Ağırlıklı olarak 19. yüzyıl saray, köşk ve kasırlarından oluşan Milli Saraylar yapıları arasında daha erken dönemlerden günümüze gelmiş tek yapı olan Aynalıkavak Kasrı geleneksel mimarîsi ve dekorasyon özellikleriyle son derece ayrıcalıklıdır. Dîvânhâne ve Beste Odası’nda pencere üstlerinden dolaşan bir frizde dönemin tanınmış şairleri Şeyh Gâlib ve Enderûnî Fâzıl’ın, kasrı ve III. Selim’i öven şiirleri Hattat Mehmed Esad El Yesârî tarafından ta‘lîk hat ile yazılmıştır. Deniz cephesinde iki, kara cephesinde tek katlı kütlesiyle Osmanlı klasik mimarlığının son ve ilginç yapılarından biri olan Kasır; süsleme açısından da çağının beğenisini yansıtmakta, özellikle besteci Sultan III. Selim dönemi kültürünün pek çok öğesini bünyesinde barındırmaktadır. Bu dönemin özelliği olan revzenli tepe pencereleri, geniş saçaklı çatıları, iç dekorasyonda bulunan yerleşik sedir düzenlemeleri, geleneksel ısıtma biçimini oluşturan mangalları artık yok olmuş bir geçmiş yaşam biçiminin görünümlerini sergilemektedir. Restorasyonu ve tefriş çalışmaları tamamlanarak 5 Kasım 2010 tarihinde ziyarete açılan Aynalıkavak Kasrı’nın alt katı, Sultan III. Selim’in sanatkâr ve mûsikîşinâs kişiliğine uygun olarak tarihî Türk çalgılarının sergilendiği bir müze haline getirilmiştir.

BEYLERBEYİ SARAYI

Beylerbeyi Sarayı, Osmanlı padişahlarının sayfiye mekânı ve yabancı devlet başkan ya da hükümdarlarının ağırlanacağı bir devlet konukevi olarak düşünülmüş ve devrin padişahı Sultan Abdülaziz’in (1861-1876) isteği üzerine inşa edilmiştir. Saray’ın inşasına 6 Ağustos 1863 tarihinde başlanmış ve 21 Nisan 1865 Cuma günü, yapılan bir törenle resmen kullanıma açılmıştır. Sarayın inşaat organizasyonunu Ebniye-i Şâhâne Serkalfası (Saray başkalfası) Serkiz Bey (Balyan) yürütmüştür. Beylerbeyi Sarayı’nın mâlî ve idarî işler sorumluluğu da denilebilecek binâ eminliği görevini ise Mehmed Efendi, Mahmud Efendi ve Rıfat Efendi yürütmüştür. Saray’ın yaklaşık 500 bin Osmanlı lirasına mal olduğu tespit edilmektedir. Yapılar topluluğunun ana yapısı olan Beylerbeyi Sarayı, yüksek bir bodrum üzerine iki katlı ve kargir bir yapıdır. Yaklaşık 2.500 metrekarelik bir alan üzerine inşa edilen yapı dikdörtgen bir zemin alanı üzerine oturmaktadır. Saray’ın güney kesimi Mabeyn-i Hümâyûn, kuzey kesimi ise Valide Sultan Dairesi olarak düzenlenmiştir. Her iki katta toplam 6 salon, 24 oda,1 hamam ve 1 banyo bulunmaktadır. Batı ve Doğu üsluplarının karıştırılması ile inşa edilen Beylerbeyi Sarayı, Harem ve Mabeyn bölümleri ile Türk evi plan özelliğini taşımaktadır. Yapının çatısı üstten bütün cephe kenarlarını gizleyen bir korkulukla gizlenmiştir. Sarayın planı eyvanlı merkezî sofa (hol) motifine dayanan bir plan kompozisyonuna sahiptir. Beylerbeyi Sarayı’ndaki şema, üç bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler; Mabeyn-i Hümâyûn, Yatak Dairesi (Hünkâr Dairesi) ve Valide Sultan Dairesi’dir. Valide Sultan Dairesi’nden hemen sonra gelen ve denize paralel olarak inşa edilen kadınefendiler ve ikballere ait esas Harem bölümü ise, ana yapıdan ayrı olarak inşa edilmiştir; bu yapı günümüze ulaşamamıştır. Mabeyn-i Hümâyûn’un giriş cephesi, Neo-barok vurgunun daha belirgin olduğu bir düzenleme göstermektedir. Saray’ın kitle ve cepheleri gibi iç mekân düzenlemeleri de seçmeci bir anlayışla şekillendirilmiştir. Beylerbeyi Sarayı’nı inşa ettiren Sultan Abdülaziz’in denize olan tutkunluğu nedeni ile Saray’ın tavanlarındaki bazı çerçeve ve kartuşların içinde deniz ve gemi temaları işlenmiştir; hatta Sultan Abdülaziz, ressamlara fikir vermesi için deniz ve gemi temalarını içeren desenler çizmiştir.


Beylerbeyi Sarayı, bânisi Sultan Abdülaziz (1861-1876) tarafından, yazlık saray olarak kullanıldı. Saray, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid’in saltanat yıllarında yabancı devlet hükümdar ya da başkanlarının resmî ziyaretlerinde kendilerine tahsis edilmeye başlanmasıyla beraber, devlet konukevi işlevi kazandı. Beylerbeyi Sarayı’nda ağırlanan ilk önemli konuk, Fransa İmparatoriçesi Eugénie’dir. İmparatoriçe’nin bu gezisi, Sultan Abdülaziz’in 1867 Fransa gezisini iade makamında gerçekleşmekteydi. Sultan Abdülaziz döneminde Beylerbeyi Sarayı’nda ağırlanan diğer yabancı konuklar, Avusturya-Macaristan İmparatoru Joseph (1869), Prusya Veliahd Prensi Frédéric Guillaume Nicola Charles (1869), İtalya Veliahdı (1869), İran Şahı Nasıreddin (18 Ağustos 1873), Sultan II. Abdülhamid’in (1876-1909), 33 yıl süren saltanatı süresince Beylerbeyi Sarayı, özellikle yabancı devlet protokolü tarafından gezilen bir müze işlevi de gördü. Bu dönemde Beylerbeyi Sarayı ile beraber Dolmabahçe Sarayı ve Topkapı Sarayı Hazine-i Hümâyûn da, Padişah’ın izni alınmak şartıyla ziyaret edilebilen saltanat müzeleri olarak kullanılmıştı. Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildikten hemen sonra, Selanik Alatini Köşkü’nde zorunlu ikâmete tabi tutulmuş, ancak yaklaşık 3 yıl sonra Balkan Savaşı’nın patlak vermesi nedeni ile İstanbul’a nakledilmişti. II. Abdülhamid için seçilen yeni zorunlu ikametgâh, Beylerbeyi Sarayı idi. Sabık Hakan, bu sarayda yaşamının son 6 yılını geçirmiş ve 10 Şubat 1918’de yine bu sarayda hayata gözlerini kapamıştır.



Beylerbeyi Sarayı’nda Cumhuriyet döneminde de yabancı devlet konukları ağırlanmıştır. 1934’de Türkiye’ye gelen İran Şahı Pehlevi, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından bu sarayda ağırlanmıştır. Balkan Oyunları Festivali, 1936 yılında Beylerbeyi Sarayı’nda düzenlenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, o geceyi Beylerbeyi Sarayı’nın tarihî yatak odasında geçirmiştir.

EK YAPILAR VE SET BAHÇELER


Deniz Köşkleri
Deniz köşkleri biri Mabeyn diğeri Valide Sultan’a (Harem) ait olmak üzere, çift olarak yapılmıştır; köşkler birer bahçe kameriyesi görünümündedir. Yeni sarayın en ilginç tasarım örneklerinden biri olan köşkler, belgelerde, Çadır Köşkleri, Nevresm (yeni tasarım, yeni model) Köşkleri gibi tasarımın özgünlüğüne işaret eden isimlerle tanımlanmıştır. Köşklerin sekizgen örtüsü çeşitli hayvan figürlerinden oluşan resimlerle bezelidir.

Set Bahçeleri
Beylerbeyi Sarayı, peyzaj içindeki konumu ile de önemli bir eserdir ve sahil saray kavramının seçkin örneklerinden biridir. İstanbul Boğazı'nın Anadolu yakasında Üsküdar ilçesinde bulunan Beylerbeyi Sarayı, geniş bir bahçe içindedir. Beylerbeyi Sarayı bahçesi, saray çevresindeki mimarî düzeni içeren bahçesi; daha gerideki set bahçeleri ve setlerin arkasında uzanan koruluğu ile zengin bir koruluk görünümündedir.

Mermer (Serdâb) Köşk
Mermer Köşk, Sultan II. Mahmud (1808-1839) döneminden günümüze ulaşan köşklerdendir; Serdâb Köşk olarak da bilinen bu köşkün bir diğer adının da Mahmud Köşkü olduğu, döneme ait kaynaklardan öğrenilmektedir. Cephelerinin mermer kaplı olmasından dolayı bu ismi almıştır. Havuzun gerisinde, dördüncü sete gömülü vaziyette olduğu için Serdâb ismini almıştır.

Sarı Köşk
Beylerbeyi Sarayı’nın dördüncü set bahçesi üzerinde bulunan Sarı Köşk, bulunduğu alanla birlikte dikkate alındığında dinlenme amaçlı olarak kullanıldığı düşünülebilir. Saray arazisinin kuzeydoğusunda dördüncü set üzerindedir.

Has Ahır Köşkü
Mermer Köşk’ün biraz ilerisinde Saray bahçesinin son seddi üzerinde yer almaktadır. Osmanlı’da at kültürüne bakışı yansıtan özellikleri vardır. Giriş bölümünde tavanlarda at ve diğer hayvan figürleri mevcuttur. Ahır kısmı sağlı-sollu 20 bölümden oluşmaktadır. Avize ve diğer unsurlarda at başları ve gözleri temalı kabartmalar mevcuttur.

SÜLEYMANİYE CAMİİ

İnşaat mühendisliği ve mimarlık, ortak yanları olsa da, aralarında derin farklılıklar bulunan, birbirleriyle teşrik-i mesaiye mecbur iki farklı meslektir. Mühendislikle mimarlığın tatlı ve faydalı bir beraberliği vardır. Mimarî özelliklerin statik kurallara uyması gerekir. Bazen de, yapının göreceği fonksiyonun bir gereği olarak, mühendislikten zor problemleri halletmesi, yapım tekniğinde, malzeme ve dizaynda yeni açılımlar yaparak, mimarın istediği yapıyı ortaya koyması beklenir. Bunun içindir ki, bir yapının proje aşamasında iki meslek sahibinin de imzası istenir. 

Günümüzde bir yapı inşa edilirken en az 15 mühendis ve mimardan oluşan yapı denetim firmalarından onay ve yeterlilik alınması mecburidir. Zemin etütleri için jeoloji ve jeofizik mühendisine; projenin araziye uygulanması (yapının oturacağı alanın belirlenmesi) için harita mühendisine; elektrik tesisatı için elektrik mühendisine; görünüm ve dizayn için mimara ve statik hesaplar için inşaat mühendisine ihtiyaç vardır. Basit gözüken 10 daireli bir bina inşaatı için bu kadar mühendise ihtiyaç varken, 4000 m2 alana oturan camii ve 70 dönüm arazi üzerine inşa edilen külliyesiyle muhteşem Süleymaniye’nin tek bir kişinin bilgi ve sorumluluğu dâhilinde ortaya konması hayret uyandırmaktadır. Böyle büyük inşaatlar için firmaların proje grupları oluşturdukları göz önüne alındığında, Mimar Sinan’ın ne denli büyük bir deha olduğu daha iyi anlaşılır.

Süleymaniye Camii, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. İnşaatına Haziran 1550’de başlanan cami, Ekim 1557’de tamamlanmıştır. Meşhur bir rivayete göre; bir kutlu gecede Kanuni Sultan Süleyman, rüyasında Rasülullah Efendimiz’i (sas) görür. Sultan Süleyman ve Peygamber Efendimiz (sas) Süleymaniye’nin inşa edildiği yaklaşık 70 dönümlük arazinin bulunduğu tepeye gelirler (O tepe, hem Haliç’i, hem de Boğaziçi’ni Marmara tarafından en ideal noktadan görür.) Peygamber Efendimiz (sas) bizzat gösterir: “Mihrabı buraya, minberi buraya olsun...” Kanûnî Sultan Süleyman uyanınca, şükreder ve hemen Mimarbaşı Sinan-ı Abdülmennan Hazretleri’ni çağırtır. Sinan’ı hiçbir açıklama yapmadan, büyük bir heyecanla rüyada gördüğü yere götürür. Kanûnî: “Buraya bir cami, bir külliye yapacağız.” diye söze başladığında; Sinan-ı Abdülmennan Hazretleri söze karışır: “Sultan’ım, mihrabı burada, minberi burada olsun...” Sultan Süleyman şaşırır: “Sinan, sen bu işten haberli gibisin?” Büyük mimar cevap verir: “Sultan’ım sizin dün geceki kutlu ziyaretinizde ben de iki adım gerinizde geliyor idim...” Bu rivayet doğru mudur, temenni midir bilmiyoruz; ama Mimar Sinan, Tezkiretü’l-Bünyan isimli eserinde Süleymaniye’nin temelinin atılışını bizzât şu satırlarla ifade etmiştir: “Bir vakt-i şerif ve bir saat-i said-ü lâtifde ol Cami-i Münif’e temel uruldu.” Bu sözleri yorumlayanlar rüyayı destekler nitelikte bulmuştur. 



Süleymaniye aynı zamanda bir külliyedir. Bu külliye Kantarcılar Mahallesi’ne bakan bir tepe üzerinde Bâb-ı Vâlâ-yı Seraskeri (Genelkurmay Başkanlığı, bugünkü İstanbul Üniversitesi, rektörlük ve diğer binaları) ile Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ-penâhî (bugünkü İstanbul Müftülüğü binası) arasındadır. Cami avlusunun etrafını çevreleyen büyük külliyede; türbeler, türbedâr dairesi, evvel, sani, rabi, salis, tıp medreseleri, darû’l-hadis, darû’ş-şifa, bimarhane, darû’l-kurra, sibyan mektebi, imaret, tabhane (konuk evi), han, hamam, kitaplık ve dükkânlar bulunmaktadır. Dış avlunun on kapısı vardır. Bunlar; Mera, Eski Saray, Mektep, Çarşı, Hekimbaşı, İmaret, Kubbe, Tabhane, Ağa ve Harem kapılarıdır. Caminin dört minaresi İstanbul’da yaşamış ilk dört sultanı; Fatih, 2. Bayezid, Yavuz Selim ve Kanûnî ’yi; minarelerdeki on şerefe de 10 padişahı temsil etmektedir. Minareler örülürken taşlar birbirine demir kemerle tutturulmuş, taş ve demirin birbirine kenetlenmesini sağlamak için bağlantı yerlerine kurşun dökülmüştür. 63x69 metre ebadında olan caminin kubbe yüksekliği 53, kubbe çapı ise 26,5 metredir. Yaklaşık 30’ar ton oldukları hesaplanan 4 fil ayağı toplam 8.000 ton yükü temele iletmektedir. Mimar Sinan bunları Ciharyâr-ı Güzin’e (dinin dört direği); Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye (ranhüm) armağan olarak sunmuştur. Ayaklardan ikisi İstanbul’daki eski Bizans Sarayı’ndan ve Kıztaşı’dan, biri Baalbek’teki Jüpiter Tapınağı’ndan, diğeri de Mısır’ın İskenderiye kentinden getirtilmiştir. Yer altında birtakım yollar kazılıp üzerlerinde birtakım kemerler yapılmıştır. Bu yollardan caminin içinden bütün yan yapılara su dağıtılan depolara gidilir. Mimar Sinan, cami içinde devamlı hoş bir hava bulundurmak için yer altındaki yolları yapmıştır. Cami tabanının orta kısmında yer alan bu yollar üzerine tahta kapaklar konularak aşağıdan gelen hava ile cami içinin yaz mevsiminde devamlı serin, kış mevsiminde ise sıcak olması sağlanmıştır. 

Peçevî Tarihi ’nde anlatıldığına göre Süleymâniye Camii’nin yapılmasında vekiller (hesap görevlisi, muhasebeci) tarafından tutulan defterlerde caminin inşa masrafı 896.883 florin olarak gösterilmektedir ki, bu o devirde elli tanesi bir kuruş olmak üzere 53.782.900 akçe karşılığıdır.

Süleymaniye’nin inşasına ait teknik bilgilerin yer aldığı herhangi bir evrak bulunamamıştır. Mimar Sinan, cami yapımında harç için kullandığı yumurta sayısını, çalışan ustaların milliyetlerini, dinlerini ve günlük ücretlerini 164 ciltlik bir deftere kaydettirmiştir. Mimar Sinan, idarî ve malî detayları en ince teferruatına kadar, emanete sahip çıkma titizliği ve üzerinde küçük bir hak bile bırakmama gayretiyle yazmış; ama teknik detayları açıklamamıştır. Bu durumun hikmeti tam olarak bilinmemektedir. Fakat neticede bizlere sürekli bir anlama-çözme gayretinin miras bırakıldığı açıktır. 

Günümüz binalarında konfor faktörü olarak kontrol edilebilen 4-5 özellik varken (yapının ses yalıtımı, izalasyonu, ışık alması, havalandırması vs.) Mimar Sinan 16. asırda yapılan bu eserde 66 faktörü kontrol etmiştir. Bu rakamlar o günün mimarlık-mühendislik birikiminde ecdadımızın geldiği noktayı daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

Süleymaniye’nin bitirilişine kadar, birçok inşaat tekniğinin kullanıldığını görüyoruz. Mimar Sinan ordudayken tecrübe ettiği zemin mekaniği tekniklerini caminin temel inşaatında uygulamıştır. Temeli kazıldıktan sonra 3 veya 4 yıl beklemeyi ve zemini sıkılaştırma tekniklerinden biri olan kazık uygulamasını Mimar Sinan’da görmekteyiz. Zeminin sıkılaşması ve tabiî zemin oturmalarının yaşanması için 3 veya 4 yıl yük altında bekletilmesi caminin yapıldıktan sonraki muhtemel oturmaların önüne geçmek içindir. İnşadan sonra oluşan oturmalar, yapıda çatlaklar meydana getirmekte ve statiğin bozulmasına sebep olmaktadır.

Süleymaniye’de uygulanan başka bir metot, drenaj tekniğidir. Deprem esnasında zeminin gevşemesi ve yeraltı sularının hareket etmesi sebebiyle taşıma gücü sıfıra inen zemin hiçbir yük taşıyamaz duruma gelir. Buna ‘sıvılaşma’ (liquefaction) denir. Zemin sıvılaşınca üzerindeki yapı bataklığa gömülür (Adapazarı’nda deprem sonrası bazı binalar 1-2 kat zemine batmışlardı). Bu sebeple su yalıtımı ve temelden suyun uzaklaştırılması çok önemlidir. 1950’li yıllarda bugünkü İstanbul Ticaret Üniversitesi binasının bulunduğu yerler istimlâk edilirken Haliç’e bağlanmış künklere (yağmur suyu veya kanalizasyon boruları) rastlanmıştır. Yapılan araştırmalarda bu boru sisteminin Süleymaniye’nin bulunduğu tepedeki suyu drene etmek gâyesiyle temellerin altına yerleştirilmiş ‘çakıl-kum kuyuları’na bağlandığı tespit edilmiştir. Killi toprağın suyu geçirmeyip tutmasından ötürü zemin mukavemetinin zayıflamasına karşın hazırlanan bu ‘çakıllı-kumlu drenaj sistemi’ ancak son yarım asırdır inşaat mühendisliği alanında uygulanmaktadır. Bu drenaj sistemiyle yapı temelden gelecek nem ve sudan korunmuş; oturma olmadığı için çatlamalar da önlenmiştir. Ayrıca dâhi mimar, yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmıştır. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları yapmış ve bunları da drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya koymuştur. 

Süleymaniye’nin statik ve temel dizaynı gemi omurgası şeklindedir. Almanya’da teknik eğitim almış ve uzun yıllar deniz yollarında çalışmış olan rahmetli Ahmet Selim Suntur , bina olarak caminin çok iyi dengelendiğini (safralandığını) gemi tasarım formülleri ile inceleyerek görmüş ve “Mimar Sinan Hazretleri âdeta bir hacı yatmaz yapmış. Zamanımızda orijinalliği bozulmasına rağmen, bu bina dış etkenlere ve depremlere çok iyi dayanır.” demiştir.

Camide ayaklar üşümesin ve secdede huzur duyulsun, diye yerden 20 cm yüksekliğe kadar hava hızı profilinin sıfıra çok yakın olması (sınır tabaka), sonrasında ise hava hızlarının yükselmeye başlaması temin edilmiştir. *

Mimar Sinan, cami içinde sesin iyi yayılması ve duyulması için harika bir teknik kullanmıştır. Bunun için, yapı şekilleri içinde sesin en iyi çoğaldığı kubbeyi uygulamıştır. Bütün kubbeleri çift olarak yapmış ve damak kubbeyi oluşturmuştur. Kubbe yapısının güçlü tınlatıcı özelliğine ve kubbede oluşacak özel ses odaklanmalarına önlem olarak kubbe köşelerine ve eteklerine içi boş 50 cm boyunda 64 adet küp yerleştirmiş ve bunlarla iyi bir ses elde etmiştir. Ayrıca, zeminde, sesi yansıtmak için tuğlalardan boşluk bırakmıştır. Böylece Süleymaniye harika bir akustiğe sahip olmuştur. ** 
Birçok sırrı barındıran taç kapı, önemli bir geometrik merkezdir. İnşasında alışılmışın çok üstünde yüzlerce ton kurşun dökülmüştür. 

Diğer geometrik merkez olan is odası cami içinde yanan kandillerin isini toplayıp mürekkebe dönüştüren ve tamamen tabiî havalandırma ile çalışan bir siklon-baca sistemidir. Bu olmasa cami kubbesi kandillerin tesiriyle çok kısa zamanda kararacaktır. İs odası Selimiye’de yapılmamıştır, sadece Süleymaniye’ye has bir tercihtir.

Üçüncü geometrik merkez olan şadırvan, o devrin şartlarında (kısmen Bizans kanalları kullanılarak) Istıranca derelerinden getirilen suyu, tabiî kule prensibiyle hava akımı oluşturarak oksijenle arıtan tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonudur. Bugünün teknolojisi, is odasındaki tabiî hava akımını ve şadırvandaki tabiî kule tesirini hayranlıkla izlemekte; bu teknik, Batı üniversitelerinde doktora seviyelerinde ders olarak işlenmektedir.

Cami içindeki mesafeler ölçüldüğünde, bütün mesafelerin ebced hesabı ile Allah (cc) ism-i celîlinin katları olduğu anlaşılmaktadır. Dış minare aleminin ve is odası kubbe noktalarının, işaret ettiği dairelerin sönen bir sinüs eğrisi çizdiği görülmüştür. Açılar ölçüldüğünde her yerde 9 değişik sâbit açı kullanıldığı görülmüş ve bu açıların toplamının 273,15 derece olduğu tespit edilmiştir. Aynı şekilde caminin Taçkapı içerisinde hizmet binalarına olan mesafe de 273,15 metredir. O devirde Osmanlı’da metrik ölçüler kullanılmadığı düşünülürse, bulunan neticelerin orijinalliği ortaya çıkmaktadır.

Minare yüksekliği, kubbe çapı vs. gibi bazı uzunluk ve açılar birbirine orantılandığında “pi” sayısı, 1,6 (altın oran) gibi bilinen katsayıların yanında, meselâ 23 (tam derece olarak Dünya ekseninin eğim açısı), 4,18 (kalori/joule çevrim katsayısı) ve logaritmadaki “e” sayısı gibi o zamanın şartlarında pek alışılmadık katsayıların da sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Araştırma ekibi bundan yola çıkarak, cami tasarımında ısı, manyetik alan ve değişik şekil ve hâldeki enerjilerin birbirlerine dönüştürülerek dengelenmesi için hesaplamalar yapıldığı neticesine varmıştır.

Külliye, âdeta bir canlı gibi bütün dış tesirlere karşı korunma refleksleri veya koruyucu enerji küreleriyle donatılmıştır ve bu kürelerin tamamının is odasında kesiştiği anlaşılmıştır. Bu çalışmalar sırasında Süleymaniye Camii, Mısır piramitleriyle -resimler üzerinden- kıyaslandığında, kesit olarak her ikisinin de, taban açıları 66 derece olan çok dengeli birer ikizkenar üçgen olduğu tespit edilmiştir. Firavun mumyasının, piramit yüksekliğinin tabandan itibaren 1/3 kadar yukarısına (Piramit tepesinden yüksekliğin 2/3’ü kadar aşağıda) yerleştirilmesine karşılık, Süleymaniye Camii’ndeki is odasının, üçgen kesitin ağırlık merkezinde (Cami yüksekliğinin tabandan itibaren 1/3’ü kadar yukarısında) yer aldığı tespit edilmiştir.

Süleymaniye’de yapılan araştırmalarda akustik enerjinin ısıya eş değerliliği ve soğutma işinde kullanımıyla ilgili veriler bulunmuştur. Verimi düşük olan bu kullanımın diğer enerji türleri ile desteklenerek veriminin yükseltilebileceği düşünülmektedir. Eğer bu buluş geliştirilirse, insan sesiyle soğutma yapılabilecektir.

Süleymaniye Camii’nde gördüğümüz bu mükemmellikler bize “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise mâneviyata kapalıdır.” vecizesini bir kez daha hatırlatıyor. Mimar Sinan Hazretleri’nin tekvinî emirleri de çok derinden keşfettiğini anlıyoruz. Evet madde ve mânâyı bir arada harmanlayan ilim sahipleri, bizlere zaman üstü bir anlayışla mihmandarlık yapıyor, hakikat aşkının insanı ilimde derinleşmeye ve Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellilerine vâkıf olmaya ulaştıracağını haykırıyorlar. İlmi sonsuz Rabb’imizin (cc) bizlere bahşettiği bu ilimler, geleceğin fikir işçilerinin bayraktarlığını yapacağı güzelliklere de vesile olacaktır ümidindeyiz.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

DOLMABAHÇE SARAYI


Dolmabahçe Sarayı, Avrupasanatı üslûplarının bir karışımı olarak 1843-1856 yılları arasında inşa edilmiştir.
Sultan Abdülmecit’in mimarı Karabet Balyan’ın eseridir.Osmanlı Sultanlarının her devirde birçok sarayı bulunurdu. Ancak esas saray olan Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayının tamamlanmasından sonra terk edilmiştir. Dolmabahçe Sarayı 3 katlı, simetrik planlıdır. 285 odası ve 43 salonu vardır. Denizden 600 metrelik bir rıhtımı,kara tarafında ise birisi çok süslü 2 abidevi kapısı vardır. Bakımlı ve güzel bir bahçenin çevrelediği bu sahil sarayının ortasında, diğer bölümlerden daha yüksek olan tören ve balo salonu yer alır.


Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet vermektedir. Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarak kullanılan sarayda en önemli olay Sarayın giriş tarafı Sultanın kabul ve görüşmeleri, tören salonunun diğer tarafındaki kanat ise harem bölümü olarak kullanılmıştı. İç dekorasyonu, mobilyaları, ipek halı ve perdeleri ve diğer tüm eşyası eksiksiz olarak, orijinaldeki gibi günümüze gelmiştir. Dolmabahçe Sarayı mevcut hiçbir sarayda bulunmayan bir zenginlik ve ihtişama sahiptir. Duvar ve tavanlar devrin Avrupalı sanatkârlarının resimleri ve tonlarca ağırlığında altın süslemeleri ile dekore edilmiştir. Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonuna sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır. Meşhur Hereke ipek ve yün halıları, Türk sanatının en güzel eserleri, birçok yerde serilidirler. Avrupa ve Uzak doğunun ender dekoratif el işi eserleri sarayın her yerini süslerler. Pırıl, pırıl kristal avize, şamdan ve şömineler sarayın pek çok odasında güzelliklerini sergilerler. Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonu buradakidir. 36 m. Yüksekliğindeki kubbesinden ağırlığı 4.5 ton olan devasa kristal avize asılı durur. Önemli siyasi toplantılarda, tebrik ve balolarda kullanılan bu salon, önceleri alttaki, fırına benzer bir düzen ile ısıtılırdı. Saraya kalorifer ve elektrik sistemi daha sonraları eklenmiştir. 6 Hamamdan Selamlık bölümündeki, eşi olmayan, güzel oymalı alabaster mermerleri ile dekorludur. Büyük salonun üst galerileri orkestra ve diplomatlar için ayrılmıştı.

Uzun koridorlar geçilerek varılan harem bölümünde, sultan yatak odaları ve sultanın annesinin bölümü ile diğer kadın ve hizmetkârların bölümleri bulunmaktadır. Sarayın kuzey eklenti bölümü şehzadelere tahsis edilmişti. Girişi Beşiktaş semtinde olan yapı 1938’de Atatürk’ün ölümüdür. Halkın ziyaretine açık tutulan 

Atatürk’ün naşı buradan Ankara’ya gönderilmişti. Halen saraydaki saatler bu büyük Türk’ün anısına ölüm saatinde durdurulmuştur. Dolmabahçe sayarı haftanın belirli günlerinde ziyarete açık olup, görülmesi şart olan İstanbul hazinelerinden bir diğeridir.


Osmanlı saraylarının en büyüğü ve en güzellerinden inşâsına sultan Abdülmecîd Han tarafından 1848’de başlanan saray, 1856’da tamamlandı. İstanbul’da denizin doldurulması ile elde edilen ve Dolmabahçe denilen yerde yapıldı. İnşâ edildiği yerde eskiden pek çok kasr, köşk ve saray vardı. Koy doldurulmadan önce, Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde kuzeybatı yamaçlarına inşâ edilen Kasr-ı cihânnümâ, Sâreben denilen Bayıldım kasrı, sultan üçüncü Selim Han’ın inşâ ettirdiği bir köşk vardı. Koy doldurulduktan sonra, sultan birinci Ahmed Han’ın av köşkü şeklinde küçük sarayı, sultan dördüncü Mehmed Han ile sultan üçüncü Ahmed Han’ın sarayları yapıldı. Eski köşk kaldırılarak yerine sultan birinci Abdülhamîd Han, kayıkhânelerle birlikte İran üslûbunda ve çinilerle süslü yeni bir saray yaptırdı. Burada daha önceden yaptırılan Beşiktaş sahil sarayı yıktırılıp, yerine Dolmabahçe sarayı inşâ edilmiştir. Dolmabahçe sarayının mîmârı, o devrin meşhur mimarlarından ermeni Gabert Amira Balyan ve oğlu Nikogos Balyan’dır. Büyük bir orta ve iki kanat şeklinde uzanan yapıdan müteşekkil olan Dolmabahçe sarayı, 64120 metrekarelik bir sahada yapılmıştır. Sarayın kapladığı sahada; ana yapı, câmi, tiyatro, istabl-ı âmire, serasker dâiresi ile hazîne-i hassa ve mefruşat dâireleri vardır. Bunların hemen arkasından ise; kuşluk, camlı köşk, gedikli câriyeler ve kızlarağası dâireleri, hareket köşkleri, Hereke dokumahânesi, baltacılar, agavât, bendegâh ve musâhibân dâireleri ile sarayda bulunan hizmet görenlerin hepsini doyuracak büyüklükte matbah-ı âmire (mutfak) yer almıştır. Saray müştemilâtında bulunan saat kulesi sonradan İkinci Abdülhamîd Han zamanında yapılmıştır.Sarayın ana yapısında; mâbeyn-i hümâyûn yâni selâmlık, muâyede salonu, harem-i hümâyûn ve velîahd dâireleri vardır. Bu kısımda şekil, süsleme ve inşâ bakımından batı mîmârisinin etkisi görülürse de bir Türk evinin yapı tarzı geniş ölçülerde uygulanmıştır. Saray, bodrumu ile birlikte üç katlıdır. Kırk altı salonu ve iki yüz seksen beş odası vardır. Dış duvarları, Marmara adasından çıkarılan beyaz mermerlerden, iç duvarları ise tuğladan yapılmıştır. Döşemeleri ise ahşaptır. Sarayın asıl girişi saat kulesi tarafındaki kapıdır. Bundan başka bir kısmı denize açılan on kapısı daha vardır. Kapılardan bâzılarının yapımında fevkalâde bir demir işçiliği icra edilmiştir. Sarayın iç kısımlarında su mermeri ile somaki kullanılmıştır. En muhteşem ve en büyük bölümü muâyede salonudur. Dünyânın ünlü salonlarından sayılır ve 1800 metrekaredir. Yan ilaveleriyle 2250 metrekareyi bulmaktadır. Salonun 56 sütun üzerine oturtulan kubbesi, 36 m. yüksekliktedir. Sarayın döşemesinde, dünyânın en büyük taban halılarından bir kaçı ve 36 billur avize bulunmaktadır. Bulunduğu mevkinin coğrafî güzelliği, mîmârî görünüşü ve iç ve dış dekorasyon zenginliği ile muhteşem olan Dolmabahçe sarayı, pek çok târihî hâdiselere sahne olmuştur. Osmanlı sultanlarından altı pâdişâh bu sarayda oturmuştur. 

KIZ KULESİ

Kız kulesi İstanbul boğazının girişinde ada şeklinde kule olarak inşa edilmiş bir yapıdır.Oldukça etkileyici bir hikayesi olduğundan bir çok kişi tarafından ziyaret akınlarına uğramaktadır.İstanbul’un en iyi temsil eden yapıt olarak görünen bu kule eskiden deniz feneri , gözetleme kulesi olarak kullanılmış.İstanbul’un gizemli mekanlarından birisi olan kız kulesinin oldukça etkileyici bir hikayesi olmasının yanı sıra , aşıkların ve turistlerin en çok ziyaret ettikleri yapı olarak bilinmektedir.Kız kulesiyle ilgili olarak söylenen bir çok hikaye olduğundan en doğru bilinen hikayesi olarak sizinle paylaşacağım.

Osmanlı zamanlarında bölge kralının kızı için söylenen bir söz neticesinde 18 yaşına geldiğinde yılan tarafından sokularak öleceği olmuştur.Bu sözü duyan kral denizin ortasına bir kule yaptırarak kızını burada yaşaması için ikna etmiştir.Zaman geçtikten sonra kuleye gelen bir meyve sepeti içerisinden çıkan yılan kralın kızını sokarak öldürür.Kral kızına demirden bir tabut yaptırarak Ayasofya müzesinin giriş kapısının üzerine yerleştirir.Ziyaretçiler tarafından görülen 2 adet delik olması , o zamanlar içerisinde yılanın , prensesi rahat bırakmadığı görülmektedir.

Adeta kaderden kaçılmayacağını kanıtlarcasına bir hikaye olduğu fakat ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğu tartışılır bir hikayedir.Günümüzde kız kulesini ziyarete giden insanlar için özel olarak hazırlanmış kafeler ve restaurantlar bulunmaktadır.İstanbul ziyaretiniz esnasında mutlaka buraya gitmenizi tavsiye ederim.
Kız kulesi, hakkında çeşitli rivayetler anlatılan, efsanelere konu olan,İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi'ne yakın kısmında,Salacak açıklarında yer alan küçük adacık üzerinde inşa edilmiş yapıdır.
Üsküdar'ın sembolü haline gelen kule, Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eserdir.MÖ 24 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahip olan kule,Karadeniz’in Marmara ile birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde kurulmuştur.
Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli kısımları Fatih devri yapısıdır. Kulenin etrafındaki sahanlık geniş kaplanmıştır. Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada, kuleye şimdiki şeklini veren Sultan II. Mahmut’un, Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır. Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir de sarnıç vardır.
İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan, savunma kalesine, sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar birçok işlev yüklenmiştir. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir.Geçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Kız Kulesi. Kız Kulesi 2000 yılında restore edilerek, artık çatal-bıçak seslerinin duyulduğu bir mekân haline dönüştürülmüştür. Kız kulesine ulaşım Salacak ve Ortaköy'den sandallarla yapılmaktadır.
Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar, Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır. Kule ile Avrupa Yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine(o zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi) izin verilmiştir. Bir süre sonra Kule, zinciri taşıyamamış ve Avrupa Yakasına doğru yıkılmıştır. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları görülmektedir.

25 Temmuz 2014 Cuma

MISIR ÇARŞISI

İstanbul'un en eski kapalı çarşılarından olan Mısır Çarşısı, Hatice Turhan Sultan tarafından yaptırılmıştır. Aktarlarıyla meşhur bu çarşıda halen tabii ilaçlar, baharat, çiçek tohumları, nadir bitki kök ve kabukları gibi eski geleneğine uygun ürünlerin yanı sıra; kuruyemiş, şarküteri ürünleri, değişik gıda maddeleri satılmaktadır.

Mısır Çarşısı “L” şeklinde bir yapıda olup, Yeni Cami’nin batısında yer almakta.1664’te cami bittikten bir yıl sonra, külliyenin bu bölümü Hassa Baş mimar’ı Mustafa Ağa tarafından tamamlanmıştır.
Çarşının Mısır Çarşısı olarak anılmasının nedeni, (bir rivayete göre) Kahire’den alınan vergilerle yapılmasıdır. Bu ad 18 yy.dan sonra kullanılmaya başlanmış; çarşı, bundan önce Valide Çarşısı ve Yeni Çarşı isimleriyle de anılmıştır.
Çarşının günümüzdeki yerinde, Bizans zamanında da bir çarşı bulunduğu rivayet edildiği gibi, bu çarşının adının da Makro Envalos olduğu iddia edilmektedir.



Çarşı’nın toplam altı kapısı bulunmaktadır.
Haseki Kapısı’ndaki kısım iki katlı bir plana sahiptir ve üst katlar vaktiyle mahkeme bölümleri olarak da kullanılmıştır.
Bu mahkeme bölümlerinde; esnafla halk arasındaki ve çarşı esnafının kendi arasındaki sorunlar giderilmeye çalışılırdı.

Çarşı’nın uzun ve kısa kollarının birleştiği alan “dua meydanı” diye anılıyor. Burada bir ezan köşkü bulunmaktadır.
Parmaklı bir balkon şeklinde planlanan bu bölüm, çarşının göz kamaştırıcı mekânlarından biridir. Bir görevli bu meydanda esnafa seslenerek dua eder, hayırlı işler görmelerini dilemektedir.

Mısır Çarşısı’nda; eskiden yalnızca baharat değil, her türlü ilaçta satılırdı. Dükkânların görülebilen yerlerine de bazı işaretler konulurdu.
İlaçların birçoğu da “Nüzhetül Fi Tercüme-Afiyet” adlı kitaptan yararlanılarak yapılırdı. Bugün çarşı içinde kuyumcular, aktarlar, baharatçılar ve hediyelik eşya dükkânları gibi birçok farklı dükkân faaliyet göstermektedir.

Çarşı 1691 ve 1940 yılları olmak üzere iki büyük yangın atlatmıştır.
Bu yangınlarda önemli ölçüde hasar gören çarşı, son şeklini 1940 yılında İstanbul Belediyesi tarafından yapılan restorasyonla almıştır.


Yüzölçümü olarak Kapalıçarşı’dan daha küçük olmakla birlikte, özellikle yabancı turistlerin uğramadan geçemediği, ilgi odağı mekânlardan biridir.
Tıpkı Kapalıçarşı’da olduğu gibi, Mısır Çarşısı’nın da iki ana kapısı Eminönü ile Sultanhamam arasında bağlantı kurar. Yan kapıları ise Yeni Cami, Tahtakale, Mercan, Yemiş İskelesi ve Süpürgeciler’e çıkış verir.

Son zamanlarda bazı kuyumcu dükkânlarının açılmış olması, Mısır Çarşısı’nın tarihsel özelliğini değiştirmez. Tarihi boyunca her derde deva olmuş kurutulmuş bitkilerin, çeşit çeşit otların ve yüzlerce tür baharatın buluştuğu dev bir pazardır burası.

Dünya doğal ürünlere yönelmeyi daha yeni yeni keşfederken, Lokman Hekimler yetiştiren Anadolu, bitkilerin şifalı gücünü Mısır Çarşısı üzerinden yüzlerce yıldır dağıtmaktadır.
Sanayileşmenin getirdiği “tat” farklılaşmasını hazmedemeyenler için “çiftlik” yapımı veya “köy” çıkışlı peynirlerin, pastırma türlerinin, sucuk ve bakliyatın da sergilendiği Mısır Çarşısı, bu geleneksel özelliğini kolay kolay yitirmeye pek de niyetli görünmemektedir.


Mısır Çarşısı’nın Tarihçesi;


Osmanlı padişahı IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından Yeni Cami’ye vakıf olarak inşa edilen Mısır Çarşısı’nın yapımına 1660 yılında mimar Kasım Ağa başlamış. Çarşı 1664 yılında mimar Mustafa Ağa tarafından tamamlanmış. Tabii daha eskilere uzanmak da mümkün. Birçok yazılı kaynağa göre çarşının bulunduğu yerde Bizans döneminde Makron Envalos adlı bir kapalıçarşı bulunduğu ve bu çarşıda Venedik ve Cenevizlilerin ticaret yaptığı biliniyor. Ve Yeni Camii inşa edilene kadar, Eminönü nüfusunun ağırlıklı olarak Yahudilerden oluştuğu da bir başka bilinen gerçek.
Demografik özellikler ve Bizans’a kadar giden mimari geçmişe bakıldığında bundan 20 yıl öncesine kadar ekonominin kalbinin Eminönü’nde atıyor olması tesadüf olarak gözükmüyor.

İlk yapıldığı yıllarda Yeni Çarşı ve Valide Çarşısı olarak anılan yapı; 18. yüzyıldan itibaren baharat yolunun İstanbul’dan önceki durağı Mısır olduğu için Mısır Çarşısı olarak tanınıyor.

Mimarisi;


Ahşap imar edilen dönem çarşılarının aksine Mısır Çarşısı’nın yapımında moloz taş, kesme taş ve tuğla kullanılmış. L plana sahip olan çarşının tonozu ise kendisinden çok daha büyük olan Kapalıçarşı’ya nisbet yaparcasına çok daha yüksektir. Balıkpazarı Kapısı (Tahmis Kapısı), Bahçe Kapı (Haseki Kapısı), Çiçekpazarı Kapısı, Yenicami Kapısı, Tahtakale’ye açılan Ketenciler Kapısı ve Eminönü Kapısı olmak üzere 6 kapıya sahip olan çarşının içinde 86 adet dükkan yer alır ve bu dükkanlar aktarlara, yorgancılara ve pamukçulara ayrıldığı için yapılan işle bağlantılı olarak iki ayrı bölümden oluşur. Vaktiyle dükkanların arka bölümlerinde üretim ve depolama; ön kısımlarında ise sergileme ve satış yapılırmış. Bugün de dikkatli bir göz, bu mimari özelliği algılayabilir.




Ana kapılarda yer alan revaklar, ticaretin yoğun olduğu çarşıda çıkan sorunları çözmek üzere mahkemelere ayrılmış. Bu mahkemeden biri esnaflar arasındaki sorunlara bakarken, diğeri esnaf ile müşteri anlaşmazlıklarını çözmekle ilgileniyormuş.

İstanbul tarihinde büyük önemi olan yangınlar, Mısır Çarşısı’nın da yazgısını belirlemiş.
1691 yılının 2 Ocak gecesi çıkan yangında Mısır Çarşısı 24 saat boyunca yanmış.
Ve tek bir şey kurtarılamamış. Arada irili ufaklı birçok yangınla mücadele eden çarşı, 1940 yılında bir kez daha yangının korkunç yüzüyle karşılaşıyor.

Ve 1943 yılındaki restorasyonla bugünkü şeklini alıyor. Ve o günden sonra çeşitli iş kollarından sayısız esnafa kapılarını açan çarşı, yeni bir kimlikle karşımıza çıkıyor. Kuyumcular, manifaturacılar, kuruyemişçiler, şarküteriler ve de Pandelli...

Eminönü Kapısı’nın üstünü kendine mekan tutan Pandelli... Osmanlı’nın son döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında Türk yeme içme kültürüne önemli katkılarda bulunan Pandelli Çobanoğlu, varlık vergisinin uygulandığı 1955 yılına kadar Atatürk dahil olmak üzere, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi birçok değerli konuk ağırlamış. Çinilerle kaplı duvarları, bembeyaz masa örtüleri üzerinde klasiklerinden olan kağıtta levrek ve sebzeli inciki sunmuyorsa da; konuklarını 60 çeşit yemekten oluşan mönüsüyle ağırlamayı sürdürüyor. Eski görkemli günlerini unutmadan...

Baharat yolu ve Mısır Çarşısı;


Ortaçağ Avrupa’sında baharatlara olan düşkünlük her şeyin ötesinde ekonominin kalbinin doğu ile ticarette attığı bir dönemi de simgeler. Uğruna yeni dünyaların keşfedildiği baharatlar, yemek kültürünün olmazsa olmazları arasında yer alırken, statü simgesidir aynı zamanda. Bilinmeyen diyarlardan gelen baharatlar efsanevi bir dünyanın elçiliğini yaparken; dönem Avrupalısının gücü ve zenginliği tükettiği baharatlarla ölçülür.

Öyle ki iktisat tarihçileri kıtalararası ticaretin baharat ticareti ile doğduğu konusunda hemfikirler. Örneğin dönemin en lüks baharatı olan karabiber, diğer lüks ürünler gibi Hindistan’ın merkezinde bulunur. Oradan Arap tacirler aracılığıyla Suriye ve Mısır’a getirilir. Burada Venedikli tacirlerce gemilere yüklenerek Akdeniz üzerinden İtalya’ya gelir. Venedik tüm bu malların Avrupa’ya dağıldığı merkezdir ve Venedik altın çağını yaşamaktadır.

Akdeniz’in Türk gölü olarak anıldığı o dönemlerde Mısır’dan bir yol Venedik’e giderken diğer yolda İstanbul’a gelir ve Mısır Çarşısı'nda sonlanır.

Mısır Çarşısı tarihi boyunca her derde deva olmuş kurutulmuş bitkilerin, çeşit çeşit otların ve yüzlerce baharatın buluştuğu dev bir pazardır. 21. yüzyılda tüm dünya alternatif tıbbı bir çözüm olarak görüp yeni yeni baharatlara ve şifalı otlara yönelirken; lokman hekimlerin anayurdu Anadolu’dan çıkan binlerce ilaç Mısır Çarşısı aracılığıyla 300 yıl boyunca şifa dağıtmayı sürdürür.

HALİÇ ( GOLDEN HORN )

Haliç kelimesi nehir ağzındaki koy anlamına gelmektedir. Haliç Alm.Goldenes Horn (n), Fr.Gorne d’Or (f). İng. Golden Horn. İstanbul’da Sarayburnu Yarımadası ile şehrin Beyoğlu yerleşme alanı arasında bulunan tabiî bir iç liman. Bizanslılar Chrysokeras, İngilizler Golden Horn ve Fransızlar Gorne d’Or ismini vermişlerdir ki her üç kelime de “Altın Boynuz” demektir.

Haliç, İstanbul'un İstanbul ve Beyoğlu semtlerini ayıran koy, yani İstanbul'un iç limanıdır. Bizanslılar zamanında Khrysokeras ( Altınboynuz) adı verilen bu koya, Osmanlı devrinde Halic-i Konstantiniye de denirdi. İstanbul Halic'i, Kağıthane ve Alibey derelerinin birleşen ağzının deniz istilasına uğramasıyla oluştu. Haliç, sözü geçen iki akarsu kavşağından Sarayburnu- Tophane arasına kadar, Kuzeybatı- Güneydoğu doğrultusunda 8 km. uzanır. En geniş yeri, Kasımpaşa- Cibali arasında 700 metreye varır. Derinliği, yukarı kesimde vapurların işlemesini güçleştirecek kadar azdır. Ve bu kesim derelerin getirdiği alüvyonlar yüzünden hızlı bir dolma halindedir. Aşağı kesimde ise derinlik fazladır. Unkapanı(Atatürk) köprüsü altında 40, Karaköy köprüsü altında da 60 metreyi bulur.

Osmanlı devrinde güneyde İstanbul şehrinin, surlarının boyladığı Haliç'in başka kesimlerinde, Eyüp ve Kasımpaşa gibi şehir semtleri çevresinde bağ ve bahçeler arasında konaklar vardı ve kayıklarla Kağıthaneye gezmeye gidilirdi.

Tarih boyunca İstanbul'un gelişmesine coğrafi konumu kadar, doğal ve çok emin bir liman olan Haliç'te etkin olmuştur. Liman Avrupa yakasını ikiye ayırır. Yaklaşık 8 km uzunluğunda olup en geniş yeri Boğaz tarafındaki girişidir; dip tarafta iki dere sularını Halice boşaltır. Gel-git olayı ve akıntı yoktur. Etraftaki bereketi topraklar, bol balık, tatlı su dereleri ve şeklinden dolayı "Altın Boynuz" ismi bereket sembolü anlamında verilmişti. Bizans devrinde girişe gerilen zincir düşman donanmaları kuşatmasını önlerdi. Haliç kıyıları zaman, zaman bazıları askeri amaçlı olan köprüler ile bağlanmıştı. Halen 5. köprü metro için planlanmaktadır. İskelelerden Asya yakasına, Boğaziçi ve Adalara ulaşımı sağlayan vapur seferleri gün boyu hareketlidir. Topkapı Sarayı Harem bölümü Halici kuş bakışı seyreder. Sahilde bulunan saraya ait Sepetçiler Kasrı halen Uluslar Arası Gazeteciler camiasına tahsis edilmiştir. Avrupa trenlerinin son durağı 1890 tarihli Sirkeci İstasyonu burada bulunur. Eskisi Haliç içlerine taşınan yeni Galata köprüsü türünün en büyük örneğidir. Orta kısmı belirli günlerde açılır ve büyük tonajlı gemilerin trafiğine olanak sağlanır. Köprü üstü yaya ve oto trafiği ile ve de sunduğu manzara ile hareketli ve güzeldir. 1950 Yıllarından itibaren başlayan kirlenme 1980 den beri süregelen çalışmalar ile düzelmiştir. En büyük hamlelerden birisi sonucu Haliç kıyılarında dört binden fazla yapı istimlak edilip, iş yerleri şehir dışındaki yeni merkezlere nakledilmiş, kıyılar park ve bahçeler ile çevrilmiş, ilk defa inşa edilen dev kanal sistemleri ve kolektörler ile sular temizlenmiştir. Sahil boyu devam eden surlardan ancak, ikinci Atatürk köprüsü sonrası ile üçüncü, eski Galata Köprüsü civarında ki bölümler zamanımıza gelebilmiştir. Balat semtinde sahildeki dökme demirden yapılma küçük Bulgar kilisesi ve az ötede Fener Rum Ortodoks Patrikliği Baş kilisesi ve tesisleri yer almıştır. Karşı kıyıda; Kasımpaşada'ki büyük sahil binası (19 yy.) Deniz Kuvvetlerine aittir. Gemi çıpa ve demirleri atölyesi olan eski, 8 kubbeli bir yapı Koç ailesi tarafından tamir ettirilip maket, model, makine ve denizcilik alet ve edavatının teşhir edildiği bir müze haline getirilmiştir. Aynı semtteki Aynalı Kavak Kasrı Haliç Saraylarının günümüze gelmiş tek kısmıdır ve müze olarak ziyarete açıktır.

Tarihçe

Haliç’e kuşbakışı bakıldığında Kâğıthane veAlibeyköyü suları ile birlikte bir geyik boynuzu görüntüsündedir. Sularının temiz ve berrak olduğu zamanlarda, akşam güneşi vurunca suları altın rengini alırdı. Bu yüzden Halice “Altın Boynuz” ismi verilmiştir. Ayrıca en büyük gemilerin bile barınabildiği bir iç liman olduğu için deniz ticâreti yönünden ehemmiyetliydi. İki kıyısında da verimli ve zengin işyerleri bulunurdu. Sularında ise çeşitli ve nefis balıklar cirit atardı. Her ne kadar Haliç, güzellik ve zenginlik bakımından Boğaziçi ile boy ölçüşemese bile güvenlik bakımından korunma ve sığınma yeriydi.

Târihte, İstanbul’un ilk iskanının bu tabiî limanın dip kısmında iki akarsu arasındaki arâzide olduğu tahmin edilmektedir. Zamanla büyüyen şehir birçok defa düşman hücumlarına mâruz kalmıştır. Bizanslılar Haliç girişini Sarayburnu-Galata arasına gerdikleri bir zincirle kapamışlar, yüzyıllar boyunca düşman gemileri Haliç’e girememişti. 1203’de Bizans, Dördüncü Haçlı Seferi ordusu tarafından kuşatılmış ve 6 Temmuzda Haliç’e girilmiştir. İkinci olarak 1453 yılı 22-23 Nisan gecesi Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul muhâsarasında 70 parça gemiyi karadan kızaklar üzerinden yürüterek Galata sırtlarından Haliç’e indirmiş, şehrin fethi bundan sonra kolaylaşmıştır.

Osmanlı Devleti zamanında Haliç’e çok önem verilmiş, 1615 senesinde Kasımpaşa’da tersane inşaa edilmiştir. On sekizinci yüzyılda Kaptanı Derya Hasan Paşa da burada muhteşem bir bina yaptırmış ve kaptan paşaların ikametlerine tahsis etmiştir. Bugün bu bina Kasımpaşa Deniz Hastanesi olarak kullanılmaktadır. Kasımpaşa iskelesinin yanında, denize doğru uzanan kısımda bahçe içindeki yalı eski Bahriye Nezâreti (Deniz Savunma Bakanlığı) idi.

Sultan Üçüncü Ahmed zamanında Haliç’in kuzey batısında şiirlere konu olan Sâdâbât yıkılmışsa da, Kâğıthâne Deresi, severek gidilen bir gezi ve istirahat yeri olarak kalmıştı. Kâğıthâne Deresi, Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde de, temiz havası bol bir mesire yeriydi.

Osmanlı devrinde Haliç’te hazret-i Ebû Eyyüb-el-Ensârî’nin Türbesi ve çevresi büyük bir önem kazanmıştı. Bu semt dînî bir ziyaret merkezi, hem de burada inşâ edilen türbelerle, ölümle hayatın iç içe olduğu bir yer hâlini aldı ve Eyüb’ün yakınında şehrin en büyük mezarlıklarından biri doğup gelişti. Bu mezarları gölgeleyen serviler de, Haliç’in yeşiline yeşillik kattı.

Haliç’in yeşil’i, şehir halkının yalnızca dînî hislerine değil, gezme, eğlenme ihtiyacına da cevap veriyordu. Türk devrinde bu liman, bir ticâret ve gemi tezgâhları bölgesi hâlini alırken, aynı zamanda ticâret ve savaş gemilerinin barınağı, yukarı kesim ise çok sevilen bir mesire ve sayfiye yeri olmuştur. Tıpkı Boğaziçi gibi, köşklerin, yalıların, sarayların sıralandığı bir alan durumundaydı.

Boyu yaklaşık 8 km, en geniş yeri (Kasımpaşa-Cibâli arası) 700 m olan Haliç, kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanmaktadır ve etrafı dik yamaçlarla çevrilmiştir. İstanbul’un hâkim rüzgârlarından poyraz kuzeydoğudan, lodos ise bunun tam tersi güneybatıdan yâni boylamasına olan yönünden dik istikamette eser. Etrafındaki sırtlar iskan sahaları olup poyraz ve lodosu kesmektedirler. Sonuç olarak Haliç, rüzgârlara karşı oldukça korunmalı olduğundan, tersane (gemi yapım yeri) için fevkalade uygun bir iç limandır.

Haliç’in etrâfındaki toprakların verimliliği, tabiî güzelliği, deniz ve kara ulaşımına çok uygun bulunması, çok emin bir iç liman olması gibi câzip özellikler, bu semtin çok çabuk gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Osmanlılar devrinde bu semtte bir taraftan yalılar, kasırlar (Sepetçiler Kasrı, Aynalı Kavak Kasrı gibi), park ve bahçeler yapılırken, diğer taraftan da tersâne ve iskeleler kurulmuş ve zamanla Haliç bir ticâret ve sanâyi merkezine dönüşmüştür. Ancak bu gelişmenin çevreye verebileceği zarar vaktinde anlaşılmış ve bunu önlemek için zamânın idârecileri bâzı tedbirler almışlardır. Meselâ, Mustafa Paşanın Netâyic-ül Vukûât kitabında belirtildiği gibi, Fâtih Sultan Mehmed, Haliç’in dolma ve kirlenme tehlikesinden korunması için özel bir ferman çıkarmıştır. Bu fermana göre Kâğıthâne sırtları tarımdan men edilmiş ve bu sâhada ağaçlandırma faaliyetleri başlatılmıştır. Ayrıca, Haliç’in etraftan sürüklenen rüsûbâttan (tortu ve çöküntülerden) temizlenmesini teşvik etmek gâyesi ile Haliç’in dibinden çıkartılan kili kullanan porselen işletmeleri vergiden muâf tutulmuştur. Haliç’e karşı gösterilen bu hassâsiyet, yirminci yüzyılda devâm etmemiştir. Nüfûsun hızlı artışı, plânsız sanâyileşme ve şehircilik kurallarına uymadan gelişigüzel kurulan yanlış yerleşme merkezleri, Haliç’in kirli ve düzensiz bir hüviyete bürünmesine sebebiyet vermiştir.

Haliç’in etrâfında yaşayan nüfusun artıkları 200’den fazla irili ufaklı deşarjla Haliç’e akıtılmaktadır. Bu deşarjların ne büyüklükte bir nüfusa hizmet ettiği bilinmiyorsa da, bir milyonun üzerinde olduğu söylenebilir.

Haliç ve onu besleyen Kâğıthâne ve Alibeyköy derelerinin kenarlarında bulunan ve artıklarını Haliç’e akıtan endüstri kuruluşları, Haliç’in kirlenmesinde en önemli sebeptir. Haliç’e akıtılan endüstriyel artıkların BOİ (biyokimyâsal oksijen ihtiyâcı) yönünden meydana getirdikleri kirlenme 1.720.747 kişilik bir nüfusun meydana getireceği kirlenmeye eş değerdir. Bu değerin, 1960’dan bu yana kurulan endüstrilerden dolayı üç milyonluk eşdeğer nüfûsu geçmiş olacağı tahmin edilmektedir. Haliç’e bir yılda bırakılan endüstriyel sıvı atık miktârı 1,9 milyon tonun üzerindedir. Sâdece, Eyüp kazâsında bulunan endüstri kuruluşlarından Haliç’e verdikleri atıklar 4,2 ton/günBOİ ve 6,3 ton/gün askı hâlinde katı madde ihtivâ etmektedir. Sütlüce’deki mezbaha tesislerinin atıklarındaki ortalama BOİ değeri ise, 1700 mg/lt’den fazladır.

1980 öncesinde belediyelerin katı atık toplama açısından yetersiz olması netîcesinde, Haliç’in sâhillerinde bulunan birçok kuruluş, çöplerini doğrudan doğruya Haliç’e atmak sûretiyle yok etme yoluna başvurmuşlardır. Bu bölgede bulunan endüstri kuruluşlarının senede yaklaşık 49.500 ton katı atık meydana getirdikleri tesbit edilmiştir. Bu atıkların bir kısmının, Haliç’e atıldığı düşünülürse, katı atıkların da Haliç’in kirlenmesinde önemli bir yeri olduğu anlaşılır.

Haliç’e bağlı en önemli iki dere olan Kâğıthâne ve Alibeyköy’ün sâhib oldukları 181.600 m2 ve 192.400 m2lik havzalarında oldukça dik meyilli yamaçlar bulunmaktadır. Bu iki derenin havzasında, bitki örtüsünün tahrîbi, havzada mevcut ve açılmakta olan taş ocakları, mermer ve tuğla ocakları dolayısıyla moloz ve katı maddelerin kolayca sürüklenebilir halde olması ve yağmur suyu direnaj sisteminin bulunmayışı, o arâziyi erozyona müsâit bir hâle getirmiştir. Her yıl Kâğıthâne Deresinden 54 bin m3, Alibeyköy Deresinde bulunan barajdan îtibâren Haliç’e kadar 17 kilometrekarelik alanda da 5100 m3 tortu ve artık Haliç’e taşınmaktadır.

Bu tortu ve artık Haliç için bir su kirletme kaynağı olmaktan başka, her geçen yıl Haliç tabanının biraz daha dolmasına sebeb olmaktadır. Bu dolma senede 6-10 santimetrelik derinlik azalmasına sebebiyet vermiştir.

Bunlara ilâveten, gemi söküm yerlerinde denize atılan atıklar, bir ek kirletici kaynağı oldu. Ayrıca çöp dökme yeri olarak kullanılan Habibler Köyü ve Levend Oto Sanâyi Sitesinden sızan sular da Haliç’e karışıyor ve kirlenmeyi arttırıyor.

Yabancıların “Altın Boynuz” dediği Haliç’in bu hâli bütün dünyânın da ilgilenmesine sebeb oldu. Yapılan incelemelerde Silahtar, Hasköy, Sirkeci, Beyoğlu İstiklal Caddesi, Eyüp, Ayvansaray gibi semtlerde hava, Ankara’nın Çankaya havasından daha kirli olduğu görüldü. Pisliğinden geçilmeyen Haliç hakkında basında zaman zaman yazılar çıktı. Çeşitli kişi ve kuruluşlarca yazılar yazıldı. Fakat ilk ciddi teşebbüs, 5 Haziran 1981’de yapılan “Çevre Günü Sempozyumu”ndan sonra oldu. Bu sempozyumdan sonra; Haliç Üst Kurulu, buna bağlı olarak Haliç Çalışma Grubu kuruldu. 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, İstanbul Belediye Başkanlığı, Boğaziçi Üniversitesi, İTÜ, İÜ, İSKİ Genel Müdürlüğü gibi, 18 kısım ve kuruluşun temsilcilerinden meydana gelen üst kurulun başkanlığı İstanbul Vâlisi’ne verildi.

Kurul, Haliç çevresinde bulunan, 696 fabrika ve 2020 küçük esnafa âit iş yerini kaldırmaya karar verdi. İstimlâk bedeli, çevre düzenlemesi, kollektör için gerekli maddi kaynak temin edildikten sonra, üç basamakta temizlik hareketine başlandı: 1) Haliç’i kirlendiren sebeplerin durdurulması; 2) Çevrenin tanzimi; 3) Haliç’in sularının temizlenmesi.

Haliç’in temizlenmesi için Çerkezköy ve Tuzla’da 600 bin metre kare arsa istimlâk edildi. İlk yıkım çalışmaları 23 Mayıs 1984 günü başladı.

Haliç’ten 44 mavna 19 batık gemi çıkarıldı. 696 fabrika ve 2020 küçük esnafa ait işyeri yıkıldı. Böylece çevrede bir milyon metrekarelik alan açıldı. Bir yandan da bu açılan alanlar yeşillendirildi. Oyun bahçeleri yapıldı.

Haliç’e olan akıntıları Marmara Denizine ve Karadeniz’e akıtacak kollektör çalışmalarına başlandı.

Eyüp, Haliç ve Fatih tünelleri ile taşınacak sıvı atıkları, Yenikapı’daki ön arıtma tesislerine getirecek olan Alibeyköy kollektörü yapıldı. Katı atıklar burada alıkonulduktan sonra fizikî arıtma yapılacak. Arıtmadan geçen atıksu Ahırkapı deniz deşarjından kıyıdan 6200 m açıkta ve deniz seviyesinden 60 m derinliğe pompalanacaktı.

12 Temmuz 1988 günü Güney kollektörü de tamamlanarak hizmete açıldı. Haliç’e akan kanalizasyon atıkları kollektörle Marmara’ya verilmeye başlandı. Ancak, 1989’dan sonra bu faaliyetler durdu.

YEREBATAN SARNICI

Tarihin Derinliklerinde

İstanbullun görkemli tarihsel yapılarından bir de Ayasofya’nın güneybatısında bulunan Bazilika Sarnıcı’dır. Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlar nedeniyle halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak isimlendirilmiştir. Sarnıcın bulunduğu yerde daha önce bir Bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılır.


Sarnıç uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getirirler. Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır. Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan bir kısmı da iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 adedi Corint üslubu yansıtırken bir bölümü de Dor üslubunu yansıtmaktadır. Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. Toplan 9,800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç yaklaşık 100,000 ton su depolama kapasitesine sahiptir.

Medusa Başı

Sarnıçtaki sütunların köşeli veya yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük bir çoğunluğu silindir biçimindedir. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa Başı, Roma Dönemi heykel sanatının şaheserlerindendir. Sarnıcı ziyaret eden insanların en çok ilgisini çeken Medusa başlarının hangi yapılardan alınıp buraya getirildiği bilinmemektedir. Araştırmacılar genellikle sarnıcın inşası sırasında salt sütun kaidesi olarak kullanılması amacıyla getirildiklerini düşünmektedirler. Yine bu görüş Medusa başları çevresinde efsanelerin oluşmasına engel olamamıştır.

Bir efsaneye göre Medusa Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’ dan biridir. Bu üc kız kardeşten yılanbaşlı Medusa kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. Bir görüşe göre o dönemde büyük yapılar ve özel yerleri korumak için Gogona desim ve heykelleri kullanılırdı ve Sarnıca Medusa başının konulması da bu yüzdendir. Başka bir rivayete göre de Medusa siyah gözleri, uzun saçları ve güzel vücudu ile övünen bir kızdı. Medusa, Zeus’ un oğlu Perseus’u seviyordu. Bu arada Athena da Perseus’u sevmekte ve Medusa’yı kıskanmaktaydı. Bu yüzden Athena Medusa’nın saçlarını yılana cevirip Artık Medusa’nın baktığı herkes taşa dönüşüyordu. Daha sonda Perseus Medusa’nın başını kesmiş ve onun bu gücünden yararlanarak pek çok düşmanının yenmiştir.

Buna dayanarak Medusa başı Bizans’ da kılıç kabzalarına işlenmiş ve sütun kaidelerine (bakanların taş kesilmemesi için) ters olarak yerleştirilmiştir. Bir rivayete göre de Medusa yana bakıp kendisini taşa çevirmiştir. Bu yüzden buradaki heykeli yapan heykeltıraş ışığın yansıma açılarına göre Medusa’ yı üç ayrı konumda yapmıştır. Yerebatan Sarnıcı günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde III. Ahmet zamanında (M.1723) Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. 19 yy.’ da ikinci büyük onarım Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) zamanına isabet eder. Sarnıcın ortasına doğru kuzeydoğu duvarı önünde yer alan 8 sütun 1955-1960 yıllarında yapılan bir inşaat sırasında kırılma tehlikesine maruz kaldıklarından bunların her biri kalın bir beton tabaka içine alınarak dondurulmuş ve bu yüzden eski özelliklerini kaybetmişlerdir.

Bizans devrinde bu çevrede geniş bir sahayı kaplayan ve imparatorların ikamet ettiği büyük sarayın ve bölgedeki diğer sakinlerin su ihtiyacının karşılayan Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’ un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonda,  bir müddet daha kullanılmış ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı’nın bahçelerine buradan su verilmiştir. Durgun su yerine çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlılar’ın şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılan Sarnıç XVI. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar Batılılar tarafından fark edilmemiş nihayet 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilerek Batı âlemine tanıtılmıştır. P. Gyllius araştırmalarından birinde Ayasofya civarında dolaşırken kendisine, buradaki evlerin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri yuvarlak büyük deliklerden ev halkının aşağıya sarkıttıkları kocalarla su çektikleri, hatta balık tuttukları söylenince büyük bir yeraltı sarnıcının üzedinde bulunan, ahşap bir binanın duvarlarla çevrili avlusundan, yerin altına inen taş basamaklardan elinde bir meşaleyle sarnıcın içerisine girmeyi başarmıştır. P. Gyllius çok zor şartlarda sarnıcı sandalla dolaşarak ölçülerini alıp sütunlarını tespit etmiştir. Gördüklerini ve edindiği bilgileri seyahatnamesinde yayımlanan Gyllius, birçok seyyahı etkilemiştir.

Sarnıç kurulduğundan günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde iki defa restore edilen sarnıcın ilk onarımı III. Ahmet zamanında (1723) Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. İkinci onarım ise Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) zamanında olmuştur. Cumhuriyet Dönemi'nde de sarnıç 1987'de İstanbul Belediyesi tarafından temizlenerek ve bir gezi platformu yapılmak suretiyle ziyarete açılmıştır. 1994 Mayısı'nda yeniden büyük bir temizlik ve bakımdan geçmiştir.

İstanbul gezi programlarının ayrılmaz bir parçası olan bu gizemli mekâna, bugüne kadar ABD eski Başkanı Bill Clinton'dan tutun Hollanda Başbakanı Wim Kok'a, İtalyan eski Dışişleri Bakanı Lamberto Dini'den İsveç eski Başbakanı Göran Persson'a ve Avusturya eski Başbakanı Thomas Klestil'e kadar birçok kişi konuk oldu.

Hâlihazırda İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden Kültür A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı, müze olmanın yanında ulusal ve uluslararası birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır.